Yusufeli’nin Belirsizlik Gündemi

Çevre mücadeleleri, yerel siyaset alanında neden genellikle etki yaratmıyor? Neden bu işler birbiri ile konuşamıyor, birbiri ile örtüşen hale getirilmiyor, diye bir şikayet var. Aslında Yusufeli’nde bunun bir örneği var ama arzulanan veya tahmin edilen gibi bir örnek değil. Çeşitli dolambaçlardan gelen, beklenmedik zamanlarda beklenmedik yönlere savrulan, bir yandan da ulusal siyasetle şekillenen, tam da bağımsız olmayan bir hikayesi var. En azından senin şahit olduğun on yıllık bir hikayesi var. O hikayeyi sen nasıl anlatabilirsin?

Yusufeli’nde bir baraj yapılacağı, aşağı yukarı 80’lerden itibaren bilinmesine rağmen bunun açık bir şekilde, “Bu baraj yapılacak ve bu ilçe şu kadar sürede yerinden kaldırılacak” denmesi, 90’ların sonuna doğru gerçekleşiyor. Bu da bize Türkiye’de baraj yapımına, planlamasına dair bir sürü şey söylüyor. Bu açıklama yapıldıktan ve Yusufeli’nin yerinden kalkacağı anlaşıldıktan sonra, öncelikle insanlar o zamanki belediye başkanına dönüyorlar ve “Ne yapacaksın sen” diye soruyorlar. Doğrusu belediye başkanının da, yeni yerleşim merkezinin kendi köyüne taşınması gibi planları ve beklentileri var. Bu sebeple belediye başkanından sorularının cevaplarını alamayan yurttaşlar dernekleşmeyi seçiyorlar. Bir Yusufeli Kültür Derneği kuruyorlar. Bu dernek de hakikaten en başından beri kendi deyimleriyle “siyaset üstü ya da partiler üstü” bir dernek. Tek derdi, Yusufeli’nin yerinden kaldırılmasına engel olmak. Sonuçta bu insanların bir kısmı MHP’li, bir kısmı CHP’li, bir kısmı ANAP’lı, bir kısmı DYP’li o zamanlar. Partiler arası gerginliklerin, mücadeleyi zedelememesi için azami bir dikkat gösteriyorlar. Güncel siyasetten veya parti siyasetinden kaçmak mümkün değil tabii. 2004 seçimlerinde MHP’nin adayı Yusuf Sağlam, bir şekilde “ben baraja karşı çıkıyorum” diyerek derneğin önde gelen isimlerinden bazılarının desteğini arkasına alıyor. Dernek desteğini alıyor. Bu da o zamanlarda CHP’ye ya da başka partilere yakın duran ama dernekte de aktif olarak yer alan azımsanmayacak sayıda kişinin; dernekten elini, eteğini çekmesine sebep oluyor. Derneğin, yeni belediye başkanıyla ilgili sorunları var, onu yeteri kadar mücadeleci bulmuyorlar. Baraja karşı yapılması gereken birtakım şeyleri yapmadığını düşünüyorlar. Bunu bir pazarlık meselesi haline getirdiğini düşünüyorlar. Ama parti siyasetiyle, baraj karşıtı mücadele arasındaki ilişkinin, baraj meselesinin en somutlaştığı yer; 2009 yerel seçimlerinde AKP’li halen de belediye başkanı olan Eyüp Aytekin’in seçilmesi. Eyüp beyin söyleminde barajı yaptırmamak gibi bir şey söz konusu değil. “Hepimizin bir sürü talepleri var, hepimizin bir sürü dertleri var. Eğer ben belediye başkanı olursam bunu merkezi hükümetle, Ankara’yla, Erdoğan’la ya da milletvekilleriyle konuşabilirim, müzakere edebilirim. Hakkımızı yedirmem, sorunlarımıza çözümler getireceğim.” Söylenen laf bu. Bu vaat ya da bu vaatler aslında AKP’li belediye başkanının iki, hatta son sefer ile üç kere seçilmesini mümkün kılan, en önemli şey diyebiliriz. Sorduğun soruya gelirsem Yusufeli gibi bir yerde de ulusal siyasetin ayrımları, gerginlikleri, her şeye rağmen çok kuvvetli. Siyaset yapan insanların, çok çok büyük bölümü 50 belki 60 yaş üstü ve istisnasız hepsi erkek. Elbette, bu isimlerin hepsi de Türkiye siyasetinin bütün ayrım noktalarından, bütün gerginliklerinden geçmiş; işte kimisi eski ülkücü, kimisi eski sosyalist, CHP’de, MHP’de, AKP’de siyaset yapması bir kenara, bu eski kimlikleri şu ya da bu ölçüde taşıyan insanlar. O sebeple bu ayrımların ötesine geçip de bir baraj meselesi üzerinden bir ortak aday çıkarmak ya da ortak aday çıkararak bir şey yapmak pek mümkün olamamış. Bunun ötesinde, zaten bir baraj karşıtı mücadele var ama bu mücadelenin tam olarak ne anlama geldiği bir sürü insan için, farklı birçok şeyi ifade ediyor. Kimisi için bu, bu barajı asla yaptırmamak iken kimisi için “Bu baraja karşı değiliz ama işte hakkımızı yedirmeyiz, kamulaştırma paralarının şöyle olması gerekiyor” gibi benim müzakereci kalkınmacılık dediğim şekliyle tezahür ediyor. Tüm bu farklı şeyler de yine insanların siyaseten bir araya gelmesini zora sokan bir etkiye sahip.

Mücadeleden müzakereye, bir kırılma mı söz konusu oluyor? Yoksa her zaman müzakere ile mücadele zaten aynı masadaydı ve neticede birisi ağır bastı diye mi düşünmeliyiz? O iki kavramı nasıl kullanıyorsun?

Başlarda çok büyük bir geçiş, çok büyük bir kırılma anı varmış gibi anlatıyordum bunu, ama yine de bir kırılma anı var bence. Bu da geçmişte barajın uluslararası enerji ve inşaat şirketleri tarafından yapılırken 2010 yılının sonrasına geldiğimizde ise AKP’nin ya da devletin “biz bunu kendi kaynaklarımızla yapacağız” demesi. Bu projenin Limak, Kolin, Cengiz üçlü konsorsiyumuna verilmesi. Bu başlı başına bir kırılma noktası. Ama öte yandan her zaman Yusufeli’nde mesela esnaflar arasında özellikle, “Yok, bu baraj aslında kötü bir proje değil, biz bundan mağdur olmayız, iyi para kazanabiliriz, bizim için kötü olmaz” diyen her zaman bir grup insan olmuş. Bence fark yaratan şey bunda, derneğin etkin olduğu zamanlarda; bu görüşler, bu görüşü savunan insanlar, her zaman bir şekilde marjinalize edilmişler. Genel olarak hem farklı partilerden hem farklı sosyal gruplardan insanlar her zaman için daha mücadeleye yakın bir yerde durmuşlar. En azından 2000’lerin, 2003, 2004, 2005’e kadar belki diyeyim. Ve ikinci mesele de şu galiba. Bir tarafta, Yusufeli’nde yerelde bir dernek var; davalar açıyor, Yusufeli merkezinde mitingler düzenliyorlar, başka HES mücadelelerinden de bildiğimiz gibi bir sürü bilim insanlarını getirip onlara sunumlar yaptırıyorlar, bu barajın neden zararlı olduğunu onlara anlattırıyorlar. Bir taraftan böyle bir şey var. Bir taraftan da uluslararası bir mücadele var. O da özetle, özellikle Avrupa’daki birtakım STK’larla temasa geçip Yusufeli Barajı’na ilgi gösteren uluslararası şirketlerin bu projeden çekilmesini sağlamaya çalışmak. Bunu da kredi ajanslarına mektuplar yazarak, Avrupa Birliği’ndeki milletvekilleriyle görüşerek, bu projenin şu şu mağduriyetler yaratacağını anlatarak birtakım uluslararası STK çalışanlarını Yusufeli’ne davet ederek falan yapıyorlar. Yani o uluslararası mücadele bir şekilde devam ettiği ve uluslararası şirketler arka arkaya Yusufeli’nden çekilmeye devam ettiği sürece hasbelkader bir şekilde bütün iç çatışmalarına, bütün gerginliklere rağmen ibre hala bir şekilde “yok, bu baraj yapılmasın” ya da “Yusufeli sular altında kalmasın” diyenlerden yana kesinlikle. En azından 2004, 2005, 2006’ya kadar. Ama 2010’da kesin olarak artık bu projenin uluslararası ayağı ortadan kalkıp tamamen bir devlet projesi haline geldikten sonra başka dinamikler işin içine giriyor.

Sen, ben, biz biliyoruz, gittik, gördük. Ama ilk defa okuyacaklar için Yusufeli’ni ve Artvin’i bilmeyecekler için, bilmeyenler için Yusufeli’nin Artvin’in geri kalan kısmından, siyaseten nasıl farklı olduğunu, nasıl bir yerden bahsediyoruzu. Nasıl bir siyasi geleneği olan bir yerden bahsediyoruzu kısaca bir dinleyelim mi senden?

Yusufeli, Artvin’in ve Artvin’e bağlı diğer ilçelerin; çoğunun aksine, daha milliyetçi muhafazakar bir yer. Her zaman böyle değilmiş. Ama en azından son 30 senedir, merkez sağ siyasetin, hatta MHP’nin, daha küçük ölçekte olsa bile etkin olmayan mesela BBP gibi partilerin ya da Haydar Baş’ın partisi gibi mesela bile belirli bir tanınırlığı, görünürlüğünün olduğu, hatta MHP’nin adayının belediye başkanlığı yaptığı bir yer. Bu anlamda mesela Doğu Karadeniz’in diğer yerlerini, diğer ilçelerini, diğer kasabalarını bilen insanlar için söylüyorum. Buralara kıyasla solla ilişkisi çok daha kısıtlı bir yer. Geçmişte olmuş, aktif sol siyasetle mücadele etmiş birtakım insanlar olmuş, bu insanların bir kısmı şimdi CHP’de siyaset yapıyor. Ama bunun dışında ANAP, DYP, MHP geleneğinin vaktiyle kuvvetli olduğu; daha sonrasında Türkiye’nin de başka yerlerinde olduğu gibi, bütün bu geleneklerin AKP siyaseti içerisinde bir şekilde bir araya geldiği bir yer. Sınıfsal olarak da bütün Çoruh vadisinin, en yoğun yerleşimine sahip yerlerinden biri. Erzurum ile ticari ilişkileri her zaman olmuş. Sebzeler, meyveler satılmış. Taşımacılık olmuş vaktiyle. Çok sayıda esnafın olduğu bir yer aynı zamanda. Bir de bunun dışında, bir sürü, 60 küsür tane köyü var. Yine 15-20 sene öncesine kadar buralarda ciddi ciddi tarım yapılıyormuş. Sebzecilik, meyvecilikten tutun, çeltik tarlaları varmış. Pirinç tarımı yapılıyormuş. Zeytinler varmış, vesaire vesaire. Bir mikro Akdeniz iklimi olduğu için vadinin bu kısmında çok kısıtlı toprak olmasına rağmen, yine de çok verimli topraklar bunlar ve tarım; insanların en azından çocuklarını okutmak için çok ciddi bir gelir kapısı olmuş. 90’ların sonu, dediğim gibi DYP, ANAP. 2000’lerin ilk yarısı MHP. Ondan sonra da tamamen AKP’nin güçlü olduğu bir yer. Son seçime kadar hakikaten Artvin’in diğer ilçelerine kıyasla CHP’nin çok az oy alabildiği bir yer.

O rakamları bir şekilde, o sayfada zaten gösteririz yani. Doğru bir şekilde yerleştiğinden emin olurum o rakamların. Peki, hani su altında kalacak bir yerde siyaset yapmak nasıl bir şey? Neyin siyaseti yapılıyor diye insan merak ediyor. Yani hani hem muhalefetteki unsurlar için hem seçilmek isteyen unsurlar için.

Evet tabii. Doğal olarak her şey, baraj ve barajın etkileri etrafında dolanıyor. Birinci mesele, biraz önce söylediğim gibi “bu süreç yaşanacak, biz ilçemizi kaybedeceğiz ve biz buna dair ne vaatte bulunuyoruz” meselesi. Ve yani burada belirleyici olan, bunu AKP’li belediye başkanı mitingleri esnasında açık açık söylüyordu. “Eğer burada AKP dışında başka bir partiden belediye başkanı seçilirse bizim elimiz, kolumuz bağlanır. Biz mağduriyetlerimizi gideremez bir hale geliriz. Biz şu şu projeleri gerçekleştiremeyiz.” Bunun gerçekten çok uzun bir süre çok etkili olduğuna bizzat tanık oldum. Örneğin, DSİ’yle olan birtakım sorunlar, kamulaştırma taleplerine dair birtakım talepler, Erzurum yolunun nereden geçeceği, yeni yerleşim yerinin nasıl olacağı, nerede olacağı, mesela nasıl evler yapılacağı. Sonuçta belki fiiliyata geçen şeyler insanları tatmin etmemiş olabilir, mutlu etmemiş olabilir. Ama o vaadin kendisinin çok önemli bir etkisi olduğuna bizzat şahit oldum. İkinci önemli şey bu, yine AKP açısından söylüyorum. Bu AKP’nin, çok başarılı olduğu bir şeydi. Bir şekilde yereldeki ilişkileri; Yusufeli ile ya da Artvin’de ailesel bağları olan ama ulusal siyasette de tanınırlığı, görünürlüğü, gücü olan siyasetçiler üzerinden kurmak. Mesela Kadir Topbaş, çok kritik bir öneme sahipti burada. Kendisi Barhal vadisinden, ailesi aslında; bebekken İstanbul’a taşınmışlar anladığım kadarıyla. Ama Barhal vadisinden. Ben alan araştırmasındayken Kadir Topbaş’ın defalarca kez Yusufeli’ne geldiğini; insanların saatlerce onu yollarda, sokaklarda beklediğini, onun kasaba merkezine girdiğinde nasıl bir coşku yarattığını falan kendi gözlerimle gördüm. Faruk Çelik mesela, yine Artvinli. O da defalarca Yusufeli’ne geldi, belediye başkanıyla görüştü, esnaf odalarıyla görüştü. Esas mesele, insanlara şunu dedirtebilmek galiba; Kadir Topbaş, Faruk Çelik ve diğer Yusufeli ile bu kadar ilişki kuran insanlar var, bunlar bizim mağduriyetlerimizi giderir. Bu umudu yeşertmek, yerelde bu isimler üzerinden siyaset yaparak bu umudu yeşertmek galiba AKP’yi başarılı kılan şeylerden biriydi, bütün bu baraj meselesi sırasında. Öte yandan, şimdi düşününce söylüyorum, mesela CHP’nin baraja dair söylediği şeyler. Evet birtakım projeler yürütüyorlardı, mesela uydu kent yapalım diyorlardı, birtakım planlarla projelerle geliyorlardı. Ama hem iktidarda olmadığı için partinin kendisi hem de o yıkıma dair aslında bir yerde de altını dolduramadığı, sadece birtakım vaatlerle de sınırlı kalabildiği için. Burada AKP var, iktidarda olan o, bizimle şu şu isimler üzerinden ilişki kuran o gibi bir seçenek varken muhatabım varken. CHP’nin o vaatlere karşılık, baraja ilişkin büyük ölçüde karşılık bulmadığını söyleyebilirim.

Bu bahsettiğin Yusufeli siyasetçiler, yani sesini duyurma olasılığının karşılığı olarak mı, umut olarak görülüyor yani. Bu mu? Sesimi başka bir yere duyurabilir taleplerimi belki? Öyle bir şey mi bu?

Mağduriyetlerimi giderme konusunda, bir güven verme galiba esas mesele. Geleceğe dair bir umut. Tanıdık bir yüzün, sana şu şu mağduriyetleri şu şekilde gidereceğiz sözünü vermesi mesela. Bunlar, insanlar açısından oldukça etkili oluyor gerçekten. O zaman değil ama Kadir Topbaş İstanbul Belediye Başkanı mesela. Sürekli her gün gazeteyi açtığında ismini gördüğün birisi. Faruk Çelik, o zaman kabinedeydi mesela. Bunların gerçekten etkili olduğunu biliyorum. Açık açık bana defalarca şu söylendi, insanlar hem kendisi söyledi hem bunu eleştiren insanlar söyledi. Özellikle Faruk Çelik ve Kadir Topbaş’tan dolayı, insanlar kendi mağduriyetlerinin giderileceğine ciddi şekilde inandılar. Bunu biliyorum, duydum.

Bu inanç herhalde bir nokta kırıldı, yine öbür tarafa doğru ki sürpriz bir şekilde neredeyse CHP’li genç bir siyasetçi, aday; belediye başkanlığına, iki dönem belediye başkanlığı yapmış olan başkandan alacaktı. İki oyla kaybedildi. Bunun gerekçesini biraz konuşalım, speküle edelim en azından. Genelde şöyle söyleniyor ya, onun da etkisi var mıdır, böyle biraz hem lokal hem ulusal şeylerin bir araya gelmesiyle oldu diye düşünüyoruz ya. Bu mekanizmanın hala çalıştığı ölçüde parti oy almaya devam etti, en azından bunun ihtimali ya da ufak ipuçları. Şimdi 2016 yılından beri en azından partinin, yerel siyasetle olan ilişkisinin de zayıfladığı, aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı iletişim kanallarının koptuğu da söylenen bir şey ya. Belki onun da bir izdüşümü olarak bu gerileme yaşandı, diye düşündüm ben mesela. O kadar çok fazla söyledin kii, üçüncü isimler, belediye başkanı AKP’li ama o yeterli değil. Üçüncü isimler de geliyor, bakan geliyor, İBB Başkanı geliyor, falan filan. Böyle bir dinamik en azından ihtiyaç dinleme durumu söz konusu.

Kesinlikle. Bu dediğin şey AKP’ye dair genel olarak söylenen bir şey galiba değil mi? Özellikle Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi, tek adamlığın iyice artık aleni bir hale getirilmesinin bir sonucu ara kademedeki, bunu daha çok milletvekili gibi konuşuyor insanlar. Aslında yerel siyasette de bir sürü iş yapan, ne bileyim Ankara’yla Yusufeli arasındaki birtakım sorunları dile getiren, oradan oraya haber taşıyan, vaktiyle kritik öneme sahip birtakım kanalların artık çalışamaz hale gelmesi anlamına geliyor bu. Bence bu kesinlikle önemli. Artık ne Kadir Topbaş var, ne Faruk Çelik var, ne de onların yerine geçen Artvinli ya da Yusufelili; o görevi, o misyonu yerine getirebilecek insanlar artık Yusufeli’nde görülüyor bence. Bu çok önemli bir etken. İkincisi artık barajın sonuna geliyoruz, yeni yerleşim yeri yapılıyor. Barajın 2021’de su tutacağı iddia ediliyor vesaire. Artık bunca senedir bulunan vaatlerin önemli bir kısmının, aslında boşa çıktığı da bir sürü insan tarafından görülüyor. En önemli vaatlerden biri çok olağanüstü, aslında Erdoğan’ın Artvin’e ya da Yusufeli’ne geldiğinde mitinglerde söylediği şey tabii. “Göl manzaralı bir yeni yerleşim yeri yapacağız. Olağanüstü bir yer olacak, şöyle modern binalar olacak.” Ama şu anda, benim de bildiğim en büyük dertlerden biri, yeni yerleşim yerinin, evet birtakım binalar yapılmış vaziyette ama Yusufeli’nin ekonomik ve sosyal ilişkilerine bir sürü açıdan hiç uymayan bir yer olması, bugün en büyük şikayetlerden biri. Ve artık bu saatten sonra buna yapacak çok bir şey de yok. Orada belli sayıda insan için yaşanacak bir yer olabilir ama esnaf açısından mesela, orada nasıl bir ekonomik hayat olacak ki mesela? Yani zaten müşteri portföyümü kaybediyorum, sosyal ilişkilerimi kaybediyorum. Zaten çok ciddi bir maddi kayıp yaşayacağım. Önemli bir kısmı kirada zaten bu insanların. Bu birinci mesele bence. İkincisi, insanlar kamulaştırma bedellerinde istedikleri şeyi bulamadılar. Uzun süre bu konuşuldu, gitti geldi. Türkiye’nin aslında bir sürü yerine kıyasla çok iyi sayılabilecek metrekare başına kamulaştırma bedelleri ödendi. Ama yeni yerleşim yerindeki binaların, 200 bin, 300 bin, 400 bin lira olması, buna karşın merkezde çok iyi konumda, yeni sayılabilecek binaların en fazla 100 bin, 150 bin liraya kamulaştırılacak olması çok açık bir şekilde AKP’ye oy veren insanları bile “evet, biz bu işten çok ciddi şekilde borçlanarak çıkacağız” konusunda ikna etti bence. Buradan bu mağduriyetlerin azalabileceğine dair, giderilebileceğine dair umutların sonuna gelindiği fikrindeyim. Belediye seçimlerinde CHP’nin yaptığı, bu çok aslında etkileyici atılımın da bir parça bununla ilgili olduğu konusunda hemfikirim tabii.

Peki, geleceğe yönelik beklentilerden konuşuyorduk ya, vekiller gelince onlardan talep etmeler falan filan. Şimdi buradan gelecek şu iki şeyden hangisi? Onu netleştirmek istiyorum. “Yeni Yusufeli, güzel ve yaşanılabilir bir yer olsun” motivasyonu mu var? Yoksa “burası bitti, kapandı. Alacağım tazminat yüksek olsun ve ben yeni hayatımda başka bir şeye başlayayım. Çoluğumun çocuğumun rızkı olsun, onlar da ne bileyim şurada, burada okusun, gitsin, iş kursun” falan mı? Ya da bunlar birbirinden ayrı şeyler mi, bilmiyorum.

Yok, ikisi de var bence. Tam da bu ikisi arasındaki gerginlik, insanları bir parça umutsuzluğa itiyor. Bir taraftan, diyelim ki, parayı aldım yeni yere taşındım. O kadar fazla belirsizlik var ki. Yeni yerde nasıl bir iş kuracağım? İş kurarsam müşteri bulacak mıyım? Okul nerede olacak? Çok düşük faizli borçlandırılacağı söyleniyor ama bunu bile ödeyebilir miyim? Böyle bir şey var. Öte yandan, tamam aldım tazminatımı, ki bu arada yani tazminat alacakların önemli bir kısmının aslında Türkiye’deki bir büyük şehre yerleşmelerine yetecek bir para almayacağını söylemek gerekir galiba. Ya da tek başına yetecek bir para almayacağını söylemek lazım. Elbette büyük arazilere sahip insanlar var. Elbette çok sayıda eve ya da daireye sahip insan var. Ama ortalamadan konuşuyorsak eğer kasaba merkezinde yaşayan bir insanın eğer şanslıysa, başını soktuğu, sahibi olduğu bir daire var. Çoğunlukla da bu 20-30 senelik falan. Buradan alacağı para; toplasan araziyle birlikte 80 bin lira, 60 bin lira belki. Köylerde yaşayan insanlar için de, yine ortalamayı söylüyorum tabii ki, değişiyor ama iki dönüm arazi, üç dönüm arazi. Bir de üzerine bir ev çıktıysa 30 bin lira, 40 bin lira, 50 bin lira, şanslıysa belki. Bu yüzden bu kadar bir parayla, çocuklarla birlikte Bursa’ya taşınmak, Çanakkale’ye taşınmak, İstanbul’a taşınmak, Ankara’ya taşınmak, buraları söylüyorum çünkü buralar talihsiz (29.00 talihsiz dediğinden emin olamadım) olarak Yusufeli’lilerin taşındığı yerler, göç ettiği yerler. İnsanları korkutuyor. Bunu bile geçtim. Çok daha iyi durumda diyebileceğimiz birtakım insanlar bile, mesela işte bir fotoğraf stüdyosunun sahibi bir arkadaşım “burayı kapattım ama Erzurum’da bu işi bana yaptırmazlar” diyor. Oranın o işi yapan ayrı insanları var. Ayrı bir müşteri portföyü var. “Yapsam yapsam en iyi şartlarda Artvin’de, Rize’de ya da Trabzon’da halihazırda olan bir fotoğraf stüdyosunda işçi olarak çalışabilirim” diyor. Bunu yapmak da aslında gözünü kesmiyor insanların. O yüzden iki tarafta da ciddi kayıpların olduğu bir seçim söz konusu ve bu seçimi bir sürü insan çok uzun zamandır erteliyor. Daha bu işlerin çok başında satıp savıp da büyük şehirlere taşınan insanlar var elbette. Bu iş bittikten sonra da taşınacak insanlar olacak. Ama bir sürü insan için hala bütün olumsuzluklarına rağmen bir hak sahipliği edinip bütün bu borcu göze alıp yeni yerleşim yerinde bir hayat kurmaya çalışmak galiba daha ehven-i şer görünüyor.

Hak sahipliği dediğimiz yeni yerleşim yerinde, bir daire satın almaya hak sahibi olmak.

Evet.

Bedavadan gelen bir daire yok, satın almak.

Hayır, yok. Bir işte, mahsuplaşma dedikleri bir şey yaşanacak. Atıyorum, senin daireni 80 bin liraya aldı. TOKİ’nin yeni yerleşim yerinde yapacağı ve 300 bin lira bedeli olan daireden onu çıkaracak. Geri kalan 220 bin liraya da, oraya gidip taşınabileceksin, oturabileceksin ama geri kalan 220 bin liraya da, ondan sonraki 10 yıl boyunca %0.5 faizle her ay ödeyeceksin. İnsanlara biçilen gelecek tasavvuru bu aslında.

Burada bunun için şey diyor belediye başkanı. Beş yıl ödemesiz 15 yıl taksitlendirerek sıfır faizle maliyetine. Ve böyle şey örnekleri vermiş söyleşide, “ben daha önce böyle istimlak edilen yerlere gittim, Samsat’a gittim, Halfeti’ye gittim.” Zaten devlet bir noktadan sonra, o taksitler, diyelim ki beş yıl sonrasında falan enflasyondan ötürü o kadar komik bir şeyde kalıyor ki. Bunun için insan istihdam etmem daha masraflı zaten deyip insanlardan almaktan vazgeçmiş bunu. Barış da şeyi anlatıyor, ya faizle, enflasyon farklı şeyler. Bu, şimdi söylenen, telaffuz edilen rakamlar proje gerçekleştiğinde çok daha yukarı çıkacak büyük ihtimalle bir kaygısı olduğunu da anlatmıştı ayrıca.

Ben de bu ayrıntıyı Barış’ın transkripsiyonunda gördüm. Evet sıfır faiz olabilir ama benim bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla da bunu enflasyon etkilerinden korumak ve şey yapmak mümkün değil. Şey de komik bir şey yani. Devlet, “hadi üç sene ödeyin, ondan sonra da ödemeyin artık” gibi bir durum varsa bile, insan buna nasıl güvenir ve bunu yapar, bu akıl alır gibi değil gerçekten yani. Tamam, AKP’nin önümüzdeki 40 sene boyunca ya da 30 sene boyunca iktidarda kalacağı ya da bir şey yapacağını varsayıyorsak, belki Yusufeli’ne bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yapılır bu. Yapılmayacak iş değil.

Ama bu zaten yapılıyorsa şimdi niye yapılmasın? Çünkü mesela Barış yine bir örnek veriyor. Bir tane çok iyi bir baraj örneği veriyor. Acaba Aksu’dan mı bahsediyor, isim vermiyor ama.

İspir’deki.

İspir’deki. Fazla fazla özerk şirket vermiş istimlak paralarını. Bir de ekstra ev. Artık o ne kadar doğru bilmiyorum ama. Ekstra üstüne de hak sahiplerine bir tane daha ev vermiş. Bayramlarda onları görüyormuş, hiçbir sıkıntı çıkmasın diye. Barış bey de diyor ki, “koskoca ilçeyi su altında bırakıyorsun, neden sen bu kadar hani..” aslında mantıksız soru değil yani, “neden kaynağı daha çok büyütmüyorsun yani?” Niye bunu böyle bir kurban pazarlığına dönüştürüyorsun? Bu kadar mı para yok? Ya da bu, bu kadar mı bütçesi büyük bir.. Buna bir cevap var mı?

Burada, bir şey daha ekleyebilir miyim ortaya soru olarak? Tam da para meselelerine geldiği için. İyi Parti İlçe Başkanı diyor ki, “bu projede kamu yararı yoktur, bu zarar edecek bir proje. Burada bütün giderler, maliyetler, kâr beklentisi, yanlış hesaplanmıştır” diyor. Belediye başkanı diyor ki, “senede 1 milyar 200 milyon lira kazancı olacak bu barajın” 1 milyar 200 milyon lira. Şimdi, yani burada devlet çıkarı var. Zaten nasıl yapılmasın. Bunu üstelik viyadük için de diyor. “Biz taşındıktan sonra bu viyadük yapılsa, ne olurdu?” gibi bir yere gelince konu, “iki sene ben bunu nasıl bekleyeyim diyeyim, yılda 1 milyar 200 milyon lira kazanacak” diyor. Barış da, hani “bizim koşullarımız korunsaydı, ne yapıyorlarsa yapsalardı.” Bu proje, bu insanlar mağdur edilmeden aslında ve kârlılığı söz konusu tutularak, o kaybedilmeden yapılabilir bir şey mi ki zaten?

Yusufeli’nin barajının kârlılığı, ne kadar para kazandıracağı, ne kadar elektrik üreteceği; bir kere bunların hepsi bence, DSİ’nin açıkladığı verilerin hepsine bence şüpheyle yaklaşmamız lazım. Doğru da olabilir, yanlış da olabilir, bilmiyorum. Ama çok pahalı bir proje, çok fazla para yemeye devam eden bir proje. Neredeyse bütün altyapı projelerinde olduğu gibi, Türkiye’de üçlü bir konsorsiyumun çok ciddi rant sağladığı bir proje. Kamu yararı diye birtakım oto yolların ne kadar kamu yararı varsa bana sorarsanız, Yusufeli Barajı’nın da o kadar kamu yararı var bir sürü açıdan. En başından beri projeyi yürüten DSİ’nin yaklaşımı; en az paraya, en az masrafla bir şekilde bu işi çözmek. İnsanların mağduriyet olarak haklı olarak gördüğü meselelerin etrafından dolanmak ya da bunu siyasi iktidara havale etmek, bunların çözümünü. Ama onlar açısından, bu barajı yapıp bu yerinden etmeyi tamamlayıp yeni yerleşim yerini bitirip ellerini çekebilecekleri bir proje. Bu high modernist dediğimiz şey neyse, yüksek modernizm neyse, biraz böyle bir şey galiba. Biraz böyle bakıyorlar ya da biraz böyle algılıyorlar. Ama bunun dışında şunu söylemek lazım. Birtakım meseleler, Yusufeli’nin, sakininin; çok üzerinde durduğu, defalarca dile getirdiği birtakım meselelerin bir kısmı zaman içinde nispeten belirli sorunları olmasına rağmen ya bakanlar kurulu kararı ya da Cumhurbaşkanlığı kararnamesi usulüyle aslında çözüldü ya da çözülmeye yakın hale getirildi. Mesela, hak sahipliği meselesini konuştuk. İlk kim hak sahibi olabilir? Kim yeni yerleşim yerinde mülk sahibi olabilir diye kararnameler ya da bir şey çıkarken çok dar bir tanım vardı burada. Çünkü yeniden yerleşim ya da kamulaştırma kanunlarına göre bilmem kaç senedir orada yaşaman lazım. Belirli bir gelirin üstündeki insanlar hak sahibi olamıyorlar, vesaire. Zamanla, önce Bakanlar Kurulu kararıyla, sonra Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, kimin hak sahibi olabileceği hususunda ciddi değişiklikler yaptılar. Artık son üç senedir yaşamak yetiyor mesela. Ya da mesela köylülerin hak sahipliği çok muğlak bir şey. Mesela köyde yaşayan, köyde ikamet eden insanlar olamıyordu bir süre, bu değiştirildi. Şu anda hala bekarlar hak sahibi olamıyor, böyle bir mesele var.

Bekarsın, evin var, su altında kalacak. Beş kuruş para alamıyor musun?

Hayır. Eğer bekarsan yalnızca ailenle beraber bir eve çıkabilirsin yeni yerleşim yerinde.

Bekarlar ölsün.

Bekarlar ölsün, evet.

Bu yüzden evlenenler olmuş mu? Bu yüzden fake evlilikler olmuş mu?

Bilmiyorum. Yusufeli gibi bir yerde fake evlilik biraz zor bence. Ama evet bir sürü insan için hakikaten, atıyorum 20 küsür yaşında, 30 küsür yaşında, 40 küsür yaşında, hala anne babayla bir eve çıkmak dışında bir çözüm yok yani. O yüzden, evet adım atılmıyor. Birtakım adım diyebileceğimiz şeyler de çok geç, çok yavaş, defalarca dile getirildikten sonra bir şekilde yarım ağızla ya da sorunları yarım çözerek yapılıyor. Ama neyin, ne yapılabileceği konusunda da bu arada gerçekten Erdoğan’ın iki dudağının arasından çıkacak sözden başka bir şey pek geçerli değil. Son karar mercii, tamamen Erdoğan. Bir sürü kritik meselede de, Erdoğan “tamam, bu böyle yapılsın” dedikten sonra çözüldü.

Şöyle okunabilir mi peki o zaman? Orada AKP’li bir yerel yönetimin ara buluculuk işlevi olması umuduna istinaden oy verdin diyelim. O belediye başkanı da bir şey iddiasında aslında yani, “ben olmasaydım, kim bilir ne olurdu? Çok müdahale ettim, çok değişiklikler. İğneden ipliğine, her şeye elim değdi benim buranın” gibi bir iddiası var. Günün sonunda orada yaşayanları tatmin edecek gelişmeler olup olmadığını ayrı tutarsak aslında tam da olması gerektiği gibi mi işlemiş süreç? Gerçekten AKP’li bir yerel yönetim, insanların taleplerini merkezi yönetime duyurmakta ve oradaki insanların lehine karar çıkarmakta başarı mı sağlamış? Öyle mi okuyalım bunu?

Başarı sağladığı çok doğru değil. Ama birtakım meselelerde en azından, insanların çoğunluğunun arzu ettiği sonuçlara ulaştığı doğru. Şimdi, bir de şunu anlatmam lazım. Evet, Yusufeli’nde AKP’li bir belediye başkanı var ama o AKP’li belediye başkanı Eyüp beyle AKP ilçe teşkilatı her konuda aynı düşünüyor anlamına gelmiyor bu. Hatta bir sürü meselede farklı farklı çıkarlar söz konusu. Farklı farklı yöntemler söz konusu. Bunların arasındaki gerginlikler, çatışmalar neyse de aslında sürece önemli etki ediyor. Eyüp beyin, AKP’li belediye başkanının yaptığı birtakım şeyler var. Mesela konuşulmuştur bu, eminim. 2010’lar boyunca, büyük bir emlak balonu var Yusufeli’nde. Bir şekilde çok uzun zaman sonunda, çok uzun bir süre baraj yapılacak diye DSİ ve başka devlet kuruluşları bir çivi çakılmasına bile izin vermiyor Yusufeli’nde. Bırakın altyapıyı, bilmem neyi. Eski eski binalarda, eski eski altyapıların içinde insanlar yaşamaya devam ediyorlar. AKP’nin belediyeyi almasından sonra olan en büyük değişikliklerden bir tanesi, bu inşaat izinlerinin verilmesi. Binlerce inşaat izni veriliyor, 2007’den, 2008’den sonra. Bir sürü insan da, kamulaştırma bedellerini de göz önünde bulundurarak inşaat işine giriyorlar. Yap-satçılık yapmaya başlıyorlar. Başka birtakım insanlar daireler alıyorlar, vadinin başka yerlerinde su altında kalan yerleri için aldıkları kamulaştırma paralarıyla Yusufeli ilçe merkezinde bu dairelere yatırım yapıyorlar vesaire. Mesele şu ki, bir yerel yönetici olarak bir belediye başkanı olarak Eyüp beyin tabii ki hala emlak meselesine dair yapabileceği bir sürü değişiklik söz konusu. Belirli kanunların etrafından dolanmak, belirli kanunları farklı yorumlamaktan tutun da belirli değişiklikler yapmaya kadar. Mesela, belediye mücavir sınırına dair değişiklik çizip geçmişte belediyenin periferisinde yer alan birtakım arazileri aslında artık belediyenin merkezinde yer alıyor gibi göstermek ve bunun değerini yükseltmek. Böyle böyle meseleler konusunda belediye başkanının bir inisiyatifi vardı ve tam da bu anlamda bir sürü Yusufeli sakininin arzu ettiği şeyleri yerine getirdi. Ama daha teknik, daha bürokratik, daha ulusal kanunları ilgilendiren meselelerde; bir sürü şeyi de yerine getiremediğini biliyoruz. Ya da çok geç yerine getirdiğini biliyoruz.

Ama o yerine getirilen şeyler aslında birazcık da biraz cebinde parası olanlar için avantajlı şeyler. Bir bina daha yapabilecek olan. Eşraf takımı için herhalde değil mi?

Evet, kesinlikle. İlginç olan şeylerden biri o aslında. 2010’lar boyunca AKP’ye yakın, hatta AKP üyesi, hatta ilçe teşkilatında yer alan esnafların bir kısmı ciddi şekilde zenginleşiyor bu emlak balonu vesilesiyle. Önce kendilerini, yap-satçı oluyorlar. Belirli krediler çekiliyor, bunlarla binalar yapılıyor, bu binalar satılıyor. Aynı zamanda birtakım başka dükkanlar açılıyor vesaire. Bu yeni sınıfın aşağı yukarı, yeni tabakanın, AKP’yle, AKP’li belediye başkanıyla elbette çok yakın bir ilişkisi var. Bu arada Yusufeli’ne özel bir şey de değil. Ben çok beğeniyorum, hayranlıkla okudum. Sevinç Doğan’ın, Kağıthane Etnografisi. Mahalledeki AKP’li de aslında, tam olarak böyle bir hikaye anlatılıyor. Orada da yine bir kentsel dönüşüm vesilesiyle; bir emlak balonu, kentsel dönüşüm hikayesi söz konusu ve orada da AKP teşkilatının önde gelenlerini, zengin iş adamlarına vesaire baktığımız zaman tam da bundan nemalanan insanlar bunlar. Ama daha yoksul, daha düzenli geliri olmayan insanlar için de başka şeyler söz konusu. O da finansallaşma. O da sürekli kredi alma. Hep söylenen bir şey bu. İki banka var, iki devlet bankası var. Biri Halk Bank, Biri Ziraat Bankası, Yusufeli’nde. Yusufelililerin kendileri inanamazdı. Beş sene üst üste Halk Bankası, genel merkezden adı mavi bilmem ne ödülü almış mesela. Çünkü en çok kredi veren banka şubelerinden bir tanesi. Aynı şey Ziraat Bankası için de geçerli.

İhtiyaç kredisi mi veriyor?

Her şeyi. İhtiyaç kredisi, araba kredisi, her türlü kredi.

Geri dönebiliyor mu bu alınan krediler?

İşin ilginç tarafı da o. Tabii ki dönmüyor. Tabii ki bir yerden sonra dönmedi. İnsanlar borcu, borçla döndürmeye başladılar. Nasıl? Mesela atıyorum bankadan kredi alıyorsun, belirli bir yerden sonra bunu ödeyemez hale geliyorsun, sonra eğer esnafsan Esnaf Kredi Kefaret Kooperatifi’ne gidiyorsun, oradan tekrar kredi alıyorsun, o banka borcunu ödüyorsun, bir süre günlük ihtiyaçlarını giderebiliyorsun, sonra tekrar temerrüte düşüyor borçların tabii ki. Eğer köyde yaşıyorsan mesela; Ziraat Kooperatifi’ne gidiyorsun, oradan birtakım şeyler alıyorsun, kredi alıyorsun. Yusufeli’ne özel bir şey değil tabii ama Türkiye için geçerli sanırım. İnanılmaz bir finansallaşma, inanılmaz bir kredi musluklarının ardına kadar açıldığı dönem ve bu spekülatif ekonomiden nemalanamayan, rant sağlayamayan, zenginleşme şansı olmayan insanların da kendini döndürebileceği yol, bu finansallaşmanın farklı halkalarına bir şekilde eklemlenmek aslında.

O finansallaşmada, bu ilişkilerin bir parmağı, bir rolü olabileceğini düşünüyorsun.

Bu ilişkilerden ziyade meselenin, AKP’nin bir stratejisi olduğunu düşünüyorum. İktidar niye Ziraat Bankası ve Halk Bankası eliyle faizlerin bu kadar düşük kalması konusunda ısrarcı? Çünkü, bir şekilde bütün bu kentte ve kırda yaşanan dönüşümler sırasında mülksüzleşen ya da mülksüzleşme tehlikesi ile karşı karşıya gelen insanlara bir can simidi aslında, bu kredi musluklarının açılması. Söyleyeceğim şey bu.

Benim için son olarak, sen çalışmalarında belirsizlik, beklemek gibi konuları çok gündeme getiriyorsun. Bunları işliyorsun, bu kavramlar üzerinden anlamaya çalışıyorsun. Onlar hakkında bir şeyler demeni isteyeceğim. Şimdi buradaki konuşmamız bir kere daha bana hatırlattı ki, bir yandan da belirsizlik başka insanların da bu süreçte, bambaşka konularda dikkatini çeken bir hadise oldu. Özellikle pandemi döneminde iyice insanların hatırladığı ve kullanmak istediği kavramlardan biri oldu. Pınar Öğünç de Duvar’da böyle bir seri yaptı, belirsizlik üzerine. Buradan anladığım benim aslında belirsizlik, risk falan Beck’e de referansla; bütün bunlar sadece bir panik ve ne yapacağını bilememe hali değil bir yandan. Yönetilebilen, yönetilen. Hatta yani birkaç ay falan da değil, yıllarca yönetilebilen süreçler. Bir bunu öğreniyoruz mesela senin bu çalışmandan. Başka neler öğreniyoruz?

Çok haklısın. Yusufeli’ne dair ilginç ve trajik olan şeylerden biri tam da bu. Bütün bir hayatını, su altında kalmasını, her an su atında kalabilecek bir yerleşim yerinde geçiriyorsun, düşünsene. Hatta baban bile öyle geçirmiş mesela. Çünkü, bu yeni bir şey değil. 80’lerden beri söyleniyor. 96, 97 gibi zaten daha açıklanmış. İnşaat başlamasa bile ihaleler açılmış. İnsanlar hayatlarının tamamını, önemli bir bölümünü; her an baraj yapılabilir tedirginliğiyle ve buna rağmen aslında barajın yapılmaması ya da tam olarak başlanmaması, baraja dair, inşaata dair belirsizliklerle geçiriyorlar. Bu çok ilginç bir şeydi. Bir taraftan en başta bunun siyasi etkileri, politik etkileri benim ilgimi çekti. Bu belirsizlik ne zaman insanları, bu projeye karşı çıkmaya sevk etmiş? Ne zaman, hangi süreçlerden sonra bu belirsizlik daha rıza üreten bir şey haline gelmiş ya da getirilmiş? AKP, devlet ya da parti devleti, hangi mekanizmalara başvurarak aslında bu belirsizliği üretken bir şekilde yönetmiş? Hangi arzuları harekete geçirmiş bu yönetme biçimi? Bu soruları sordum zannediyorum en başından itibaren. Evet, başlarda daha çok kullanıyordum; beklemek, bekletmek meselesi. Güzel bir kitap da çıktı bu arada bu meseleye dair. Özlem ile Özge Biner’in bir ortak derlemesi. Yusufeli’nde de buydu, beklemek ve bekletmek. Bir süre beklemek, beklemenin o boğuculuğu, onun yarattığı o belirsizlik, bir şekilde insanları bu projeye karşı çıkmaya sevk ederken belli bir noktadan sonra parti devleti, değişik mekanizmalar yoluyla insanları aslında beklerken de bir rant elde edebileceklerine, bir ekonomik kazanç elde edebileceklerine ikna etmiş. Bunun için birtakım hukuki ya da kanuni ya da kanunun etrafından dolanan paralegal dediği …’nin, birtakım yöntemlere başvurmuş. Diğer bir deyişle, beklemek aslında herkes için pasif ya da insanları tüketen bir şey değil de bir yerden aslında ekonomik anlamda üretken hale gelmiş. Bütün bu spekülatif riskler içeren ekonomik ilişkiler itibariyle ya da onların içinde. Galiba biraz daha başa dönüyorum. Artık geleceğe dair en azından belirli umutlar taşıyan ya da belirli umutlar üreten, belirli arzular üreten bekleme halinin, Yusufeli’nde ciddi bir şekilde sonuna gelindiği anlaşılıyor. Artık bir yok oluşla yüzleşme noktasında Yusufeli ve Yusufeli’nde yaşayan insanlar. Bunun da ötesinde çok daha zor şartlarda, bir kısmı için yeni yerleşim yerinde, yeni bir hayatın nasıl kurulacağına dair bir belirsizlik hali söz konusu. Galiba artık bu belirsizlik halinin, bekleme halinin, bekletme halinin bir siyasi rıza üretmesi bir sürü açıdan çok daha zor görünüyor sanırım.

Benim iki şey var sormak istediğim. Bu belirsizlik, baraj yapılacak mı yapılmayacak mı diye başlamış olabilir. Ben burada kalabilir miyim, gidebilir miyim olabilir. Ama artık ne yapmak istediğini bilen, orada yaşayacağını bilen insan için de şey söz konusuydu, biz gittiğimizde. Cağ kebabımızı yediğimiz kebapçı, “ne yapacaksınız yukarıda” deyince “çekiliş olacakmış, bir cadde olacakmış, bütün dükkanlar orada olacakmış, biz de bilmiyoruz nerede olacağımızı” diyor. Sinan, Eyüp beye sorunca “çekilişle mi olacak” diye “piyango mu bu” diye gülmüş söyleşide. Ama var hala oraya dair insanların bilmediği bir şey ve şu söylemde çok ayrışıyorlar. Bu söyleşilerde çok temel olarak, çok karşıt görüş belirttikleri şeylerden biri bu. Belediye başkanı diyor ki, “herkes daha modern evlerde oturmak istiyor.” Herkes gidebileceği daha iyi bir yere gitmek istiyor gibi, herkes kendisi için daha iyisini istiyor. Daha iyisi de ben bilemiyorum ama bir kabul olarak kendisi tarafından sanırım daha batıda olan, daha batılı olan, modern alan vesaire. “Şimdi siz burada gezerken bu evler size çok şirin görünmüştür belki ama o da bakınca işte vay ne kadar ihtişamlı bina, balkonları ne kadar büyük diyor” falan diyor ve orada birtakım akademik çalışmalar sonucu, birtakım araştırmalar sonucu, ev kadınlarının ev içindeki alışkanlıkları vesaire üzerinden böyle bir konut modeli çıktığını, aslında herkesin daha o daha modern yapıyı istediğini anlatıyor. Barış da diyor ki, İyi Parti İlçe Başkanı da diyor sanırım aynı şeyi. “Buradaki insanlar, orada oturamaz ki zaten, o konutlarda. Kimse istemiyor bunu.” Bu mesela çok ayrı söylemleri olan konuda senin nasıl bir gözlemin oldu? Bir onu merak ediyorum. Bir de hafıza meselesi üzerinden anlatabileceğin bir şey var mı? Hafıza konusunda orada söylemler ortaklaşıyor. Orada belediye başkanı da “aman, ne var canım, anılarımız da silinsin gitsin” demiyor, öyle bir yerde değil. “Orası bize her türlü el olur, orası bize yabancı” diyor ama bir yandan “burası zaten 70 senelik bir ilçe, yedi kere taşınmış zaten, artık inşallah orada kalıcı oluruz, bu meseleyi torunlarımız için çözeriz” falan diyor. Bu konut, oradaki yeni yerleşimle ilgili insanların ne düşündüğü ve hafızayla ilgili bir geri bildirim aldığın oldu mu? Aklında bir şey var mı? Onları merak ediyorum.

İlkinden başlayayım. Özellikle daha belirli bir yaş üstünde, daha köyde yaşayan veya vaktiyle köyde yaşamış hayatının belirli aşamasında ilçe merkezine taşınmış insanlar için yeni yerleşim yerindeki binaların dizaynı çok büyük bir meseleydi. Hatta ben ilk planı ve ilk plandaki evlerin maketini de gördüm. Sizin gördüğünüz çok değiştirilmiş bir versiyonu. Çok büyük itirazlar edildi, hem genel olarak yeni yerleşimin planına dair, dükkanlar ayrı, yerleşim yerleri çok ayrı yerlerdeydi. “Bunlar biraz daha karışsın, canlı bir yer olsun yeni yerleşim yeri. Akşam belirli bir saatten sonra da iş yapabilelim ya da akşam belirli bir saatten sonra da bir sosyal hayat olsun” falan denildikten sonra birtakım değişiklikler yapıldı. Evlere dair de “bahçesi şu kadar olsun” biraz daha bahçeyle uğraşan insanlar bunlar, “onların biraz daha kendilerini evinde hissedebileceği bir yer olsun” dediler. O taleplerin bir kısmı, o itirazların bir sonucu olarak birtakım şeyler eklendi, çıkarıldı. Buna rağmen hala bir sürü insan, benim de bildiğim, kendisine soruyor. “Gidip de o taş yerde nasıl yaşarız bu yaştan sonra?” Bizim için İstanbul’da veya büyükşehirlerde büyümüş birisi için apartman dairesi değil elbette ama Yusufeli’ndeki insanlar, özellikle köylerde yaşayan insanlar için elbette çok farklı bir şey. Şu ilginçti. Toplumsal cinsiyet açısından aslında belirli farklar var. Görüşmelerimde kadınların, daha bu modern, daha batı tarzı görünen binalarda yaşamaya daha açık olduğunu; erkeklerin ise buna dair kafasında sorular olduğu gibi bir şey sezdim. Aynı şey bu arada barajın kendisi için de geçerli. Kadınlar, daha genç kadınlar diyeyim, onlar “burası su altında kalsın, biz daha modern bir yere taşınalım, ya batıya gidelim ya da yeni yerleşim yerinde daha modern binalarda oturalım” derken; erkekler, baraj hakkında ne düşünürse düşünsün bunu bu şekilde ifade etmiyordu en azından. Böyle bir şey var galiba. Hafıza meselesi de, barajı en destekleyeninden baraja en karşı olana kadar her ağzını açan her zaman için “anılarımız, köyümüz, çocukluğumuzu geçirdiğimiz yer, yüzmeyi öğrendiğimiz yer, analarımızın babalarımızın mezarları” bütün aslında insanların hayatlarına dair her şey su altında kalacak. Az buz bir şey değil bu. Benim başlarda çok sorduğum, garipsediğim, anlamlandırmaya çalıştığım mesele de buydu. Bir taraftan gerçekten duygusal anlamda sana geçiren bir şey bu, insanların o yere, vadiye, nehre dair; nasıl yakınlık kurduğu, bunun ortadan kalacak olmasının onları nasıl etkilediği, nasıl bir kedere aslında sevk ettiğini çok ciddi bir şekilde görüyorsun. Ama bir taraftan üç dakika sonra konuşmanın, mülakatın ayrı bir yerinde “zaten yapacak bir şey yok, biz de önümüze bakalım, daha iyi kamulaştırma bedeli alalım, daha iyi bir yerleşim yerine taşınalım, daha iyi bir şey yapalım” gibi bir şey söz konusu. Tam olarak Yusufeli’nde değil ama Çoruh vadisinde sular altında kalan bir sürü yer var, on tane sıralı barajdan bahsediyoruz. Şöyle ilginç bir şey vardı. Yusufeli ile Artvin arasında yer alan vaktiyle ve Deriner Barajı ile su altında kalan iki köy vardı, Zeytinlik ve Oruçlu sanıyorum. Bunlara yakın birtakım köprüler, Berta Köprüsü en önemlisi ve birtakım kümbetler vardı, Selçuklu İmparatorluğu’ndan kalma özellikle. Şöyle saçmasapan bir şey yaşanmış mesela. Önce devlet 2000’lerin başında bu kümbetleri renova etmiş. Ondan sonra da çimentoyla kaplayıp su altında bırakmış. Su altında kalmadan önce Artvin’den Yeşil Artvin Derneği, hepimizin bildiği maden projesine karşı da çok uzun zamandır mücadele eden, Yeşil Artvin Derneği’nden birtakım aktivistler bir mektup yazmışlar. Mektup şöyle başlıyor, “sevgili gelecek, şu şu isimler” Recep Tayyip Erdoğan’dan o zamanki Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a kadar, “senin su altında kalmana ve boğulmana neden oldular. Gelecek kuşaklar bu isimleri umarız yargılarlar” deyipsu altında kalmadan önce bunu bir kümbetin altına gömmüşler. Bir hafıza, kültürel miras; bu meseleler hiç yok değil. Özellikle Yusufeli’ndeki çoğunluk için söylüyorum, bir şekilde o barajı artık durdurma umutları ortadan kalktığı zaman, bunlar artık ikincil öneme sahip hale geliyor. Evet, hatta bunu söylediğini hatırlıyorum. Bütün bunlar geçmişimiz, yaşadıklarımız, anılarımız; bütün bunlar bir yere kadar, artık ekonomik olarak biz bu süreçten nasıl çıkarız? Buna nasıl dayanırız? “Bu sürecin sonunda kendimizi nerede buluruz” sorusu, birincil soru haline geliyor. Her ne kadar bu dönüşüme dair çok büyük keder duysalar da, bunu gündelik hayatlarında da ifade etseler de.